Momentum 40′ Söyleşileri Dr. Gökten Doğangün ve Eğitim-Sen Yüksek Öğrenim Uzmanı İlker Akçasoy’un sohbetiyle başladı. YÖK’ün 39. kuruluş yıldönümü 6 Kasım 2020’de yayınladığımız söyleşimizi dilerseniz Youtube kanalımızdan dinleyebilir, dilerseniz okuyabilirsiniz.
Gökten Doğangün: İyi akşamlar. Momentum Gençlik Ağı Derneği’nin Momentum 40’ toplantısına hoş geldiniz. Bu akşam özel üniversiteler ve devlet üniversitelerinde, özellikle genç çalışanların yaşadıkları hak kayıplarına dair EĞİTİM-SEN’den Yüksek Öğretim Uzmanı İlker Akçasoy ile konuşacağız. Hoş geldiniz İlker Bey, merhabalar.
İlker Akçasoy: Merhabalar, hoş bulduk.
GD: Teşekkür ederiz yayınımıza konuk olduğunuz için. İlker Bey, biliyorsunuz özel ve devlet üniversitelerinde akademik gelişime ve dönüşüme dair yaşanan pek çok sorunlar var. Üniversitelerin sayısı her geçen gün artmakla birlikte, buralarda niteliksel bir gelişimden söz etmek de o ölçüde güçleşiyor. Bu sürece özellikle genç çalışanların, genç akademisyenlerin, hatta akademisyen adaylarının artan şekilde yaşadıkları hak ihlalleri eşlik ediyor ve biz bu ihlallerin pandemi döneminde de arttığını gözlemliyoruz. İsterseniz önce pandemi öncesi dönemde vakıf ve devlet üniversitelerinde durum nasıldı, ne tür hak ihlalleri söz konusuydu, bunları konuşalım. Sonra da pandemiyle birlikte neler değişti, tablo daha mı kötüleşti ona odaklanalım. Buyrun.
İA: Seve seve. Şöyle başlamak isterim, AKP’nin kamuda yaratmak istediği dönüşümün tüm aşamalarıyla hayat bulduğu bir alandan bahsediyoruz üniversitelerden bahsederken. Bu anlamda üniversiteler kamudaki dönüşümün boyutlarının nereye evrilmesinin hedeflendiği ile ilgili tabloyu da çok net sunuyor, gerek hak ihlalleri boyutuyla, gerekse niteliğin çürümesi ve böyle bir erozyona uğramasıyla üniversitelerin. Üniversiteler ne durumdaydı ve nasıl bir tablonun içerisinde yaşanıyordu bu hak ihlalleri? Bu sorunuza hızlıca gelecek olursam şunu söyleyebilirim. Biliyorsunuz bir darbe girişimi ardından bir OHAL ilan edildi ve çok sayıda Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarıldı. Bu KHK’larla birlikte aslında üniversitelerin yönetim yapısıyla ilgili ciddi bir değişiklik oldu. Cumhurbaşkanı artık doğrudan rektör atayabiliyor ve görevden alabiliyordu. Böyle bir yetkiye kavuştu. Bu bizim açımızdan önemli. Geçmişte de üniversiteler pek parlak durumda değillerdi ancak üniversiteyi ciddi anlamda bir güç darbesine maruz bırakan bir süreç yaşadık. Üniversite rektörleri doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atandığında ve bu Cumhurbaşkanı’nın da aynı zamanda bir siyasi partinin genel başkanı olduğunu düşünürsek karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor, her yerde doğrudan Cumhurbaşkanı’na sadakat gösteren ve dolayısıyla itaat eden rektörler. Üniversitelerin en tepesindeki insanlardan bahsediyoruz. Şimdi bu neden önemli ve nasıl hak ihlallerinin yaşanmasına neden oluyor, bunu biraz açmak istiyorum. Nedeni şu, 12 Eylül sonrasında Yüksek Öğretim Kurulu’nun ve mevzuatının oluşturulmasıyla birlikte cuntacılar üniversitelere dair şöyle bir form geliştirdiler, üniversite içindeki iktidar ilişkilerinin tamamen merkezileştiği bir sistem kuruldu. Fakültelerde dekan, üniversitelerde rektör ve onların üzerinde de Yüksek Öğretim Kurulu, yani YÖK ile üniversitelerde tamamen merkezileştirilmiş bir iktidar biçimi hayat bulmuştu. Ardından böylesi bir sistem içerisinde birçok siyasi parti YÖK’ü kaldırmayı gündemlerine koydular. AKP de bunlardan birisiydi. Ancak iktidara geldiklerinde YÖK’ün ne kadar kullanışlı olduğunu, üniversiteleri ne kadar kolay yönettiklerini görüp YÖK’e hiç dokunmadan varlıklarını sürdürdüler. Bu merkezileşen iktidar aynı zamanda şöylesi bir sonucu beraberinde getirdi, üniversite bileşenlerinin, yani akademisyenler, idari-teknik personeller ve öğrencilerin iradesi değil, bu merkezi iktidarı temsil eden rektörler, YÖK ve siyasi partilerin iradesiyle üniversiteler yönetilir oldu. Bir siyasi partinin genel başkanı olan Cumhurbaşkanı’nın doğrudan rektör atadığı bir sisteme geçtiğimizde haliyle iş, üniversitelerin tamamıyla bir siyasi partinin güdümünde hareket etmesine dönüştü. Bunu yazılan tezlerin denetim sürecinden tutalım, istihdam türlerine kadar görebiliyoruz. Gazetelerde eşini öğretim elemanı olarak atayan, akrabalarıyla birlikte üniversiteyi bir aile şirketine çeviren rektörlerle karşılaşıyoruz. Buradaki ikinci kritik nokta şu, bu güç hiyerarşisi, bu iktidar yapısı içerisinde, malum, rektörlerin zaten muazzam yetkileri vardı. Üzerine bir de içinde bulunduğumuz siyasal rejimin karakteri devreye girdiğinde, rektörler kendilerini hukuk tanımayan, “ne istersem onu yapabilirim” diyebilen, AKP’nin il başkanları, ilçe başkanlarından talimat alabilen insanlar oldular. Üniversiteler de dolayısıyla böylesi kurumlara dönüştü. Burada şunu açıklamamız gerekiyor, böyle bir ortamda bilimsel bilgi, eleştirel bilgi, muhalif herhangi bir şey üretilebilir mi? Biliyoruz ki üniversitelerin demokrasinin en temel kurumlarından biri olması beklenir ama Türkiye’de demokrasi bu kadar darbe almış ve bu kadar cılızlaştırılmışken, üniversiteler de bundan nasibini aldı. İhraçlar yaşandı, muhalif akademisyenler haksız hukuksuz bir biçimde bu kurumlardan ihraç edildiler. Gezi sürecinden başlayarak ciddi disiplin soruşturmaları yürütüldü akademisyenler hakkında. Toplumun sağlıklı gıdalara ulaşabilme hakkını savunduğu için Bülent Şık’ın hakkında davalar açıldı. Onur Hamzaoğlu Kocaeli’de bir fabrikanın atıklarını bir dereye boşalttığına işaret ettiği için hakkında davalar, disiplin soruşturmaları açıldı. Yani aslında bütün sistem bize şunu söylüyor, AKP toplumsal yaşamın diğer alanlarında olduğu gibi, üniversitelerde de kendisinin makbul gördüğü bilginin üretilmesini, bunun dışındakilerin hiçbir şekilde toplumla paylaşılmamasını, makbul görmediği akademisyenlerin buralarda barınmamasını arzulayan, haliyle de sadakat ve itaat arzulayan iktidar ilişkileri geliştirdi üniversitelerde. Bunu yapabilmesinin en temel yollarından bir tanesi de üniversitelerdeki güvencesiz istihdam oldu. Çünkü akademisyenleri, idari ve teknik personeli aslında işleriyle tehdit etmiş oldu. Öğrencileri de disiplin soruşturmalarıyla tehdit etmiş oldu. Nitekim 12 Eylül “hukuku” diyelim, disiplin yönetmelikleri, disiplin mevzuatı geçtiğimiz 1-2 yılda değiştirildi ama mantığı ve dili hiç değişmedi. Sadece Anayasa Mahkemesi “yönetmelikle bunlar düzenlenemez” dendiği için, örneğin akademisyenler için, 2547 sayılı Kanun’a alındı. Aslında bu bize bir şey gösterdi, demokrasiyi ortadan kaldıran, üniversiteleri “muhalefetin güçlendiği alanlar” olarak gören ve kontrol etmek isteyen cuntacıların yarattığı baskı hukuku korundu, güçlendirildi ve hala devam ediyor. Bunu AKP kendisi yapmış oldu.
Peki ne tür hak ihlalleri yaşanıyordu bu kurumlarda? Biraz önce değindim aslında. AKP üniversitelere dair, niteliği ortadan kaldıran ve niceliğe önem veren bir politika izliyor uzun süredir. Üniversitelerin sayısını artırıyor örneğin. Akademisyenlere diyor ki “Bolca yayın yapın, içeriği önemsiz. Yeter ki daha çok yayın yapın”. Biliyorsunuz birçok makale yazılıyor, okunmuyor bile. Çöplüğe dönüştü artık diye. Atıf çeteleri, birbirlerine atıf yaparak dergilerde yazılarını yayınlatan insanlar ortaya çıktı. Parayla yüksek lisans, doktora tezlerinin yazılması durumu ortaya çıktı ve yaygınlaştı. Bu niteliksizleşme öyle bir boyuta geldi ki, yarattığı en temel hak ihlali topluma dair bir hak ihlaliydi. Çünkü toplumun bilimsel bilgiye olan ihtiyacını, bilginin paylaşılmasına olan ihtiyacını baltalamış oldu sadece kendisine göre makbul olan o bilginin üretileceği bir sistem yaratarak. Peki üniversite bileşenleri ne tür hak ihlalleri yaşadı? Çok temel şeylerden söz edelim. Mesela doçentlik. Doçentlik kriterleri o kadar fazla değiştirildi ki. Bunun ardında yatan sebep o ünvanın kendisini, sadakat ve itaat rejiminde başlı başına bir eleme aracı haline getirmek. İdari-teknik personele gelince, rektörün iki dudağının arasında bir tane kanun maddesi var, 2547’ye bağlı 13/b-4 maddesi, buna dayanarak istediği kişiyi istediği yere sürgün etme hakkına sahip. Bu nasıl bir hak ihlali yaratıyor? Hem toplumsal açıdan, hem o kişi açısından sonuçlar doğuruyor. Örneğin şu an yine çok yoğun şekilde yolsuzluk iddialarını duyuyoruz. Sayıştay raporlarında sürekli üniversitelerde yaşanan yolsuzluklara, harcamaların nasıl usulsüzce yapıldığına dikkat çekiliyor. İşte bunun içerisinde bulunan bir idari personel, örneğin bir şef bir belgeye imza atmak istemediğinde, bir bakıyor, kendisinin şehrin en ücra köşesinde üniversiteye ait bir birimde görevlendirildiğini öğreniyor.
Bir başka hak ihlali, düşünce ve ifade özgürlüğü ortadan kaldırıldığı için akademisyenlerin doğrudan denetlenmesiyle karşımıza çıkıyor. Örneğin siz derste temel hak ve özgürlüklerden bahsediyorsanız, bir anda CİMER’e sizinle ilgili bir şikayet gidiyor ve hakkınızda disiplin soruşturması başlatılıyor. Örneğin bir dekan, daha çok taşra üniversitelerinde yaşanıyor belki bu tip olaylar ama, sınıfın kapısına tekmesini vurup “Anlat bakalım hoca, bir de biz dinleyelim ne anlatıyormuşsun sen” diyebiliyor. Sözleşmeleri yenilenme aşamasına geldiğinde “Ama hocam sen de çok fazla muhalefet ediyorsun, çok demeç veriyorsun” denebiliyor. Haliyle, doğrudan akademinin kendisini var edemeyeceği bir sistem yaratılıyor. Bunun kendisi de, başlı başına birçok hak ihlalini beraberinde getiriyor.
GD: İlker Bey, özellikle araştırma görevlilerinin maruz kaldığı hak ihlallerinden de bahsedebilir misiniz? Mesela devlet üniversitelerinde bir 50/d uygulaması vardı. Biz bunu pandemi dönemi öncesinde de yaşıyorduk. Kişiler 7 ile 9 sene arasında asistanlık hizmeti veriyor, istihdam ediliyor. Doktoralarının bitmesiyle birlikte görevlerine son veriliyor. Bu kişiler çok uzun yıllar boyunca akademiye gönül vermişler, akademik yatırım yapmışlar. Buna rağmen bir anda işsiz ve güvencesiz bir şekilde ortada kalabiliyorlar. Buna dair mutlaka önemli deneyimleriniz vardır. Bunları paylaşır mısınız bizimle?
İA: Elbette. Aslında akademi içerisinde en çok hak ihlali yaşayan kesim araştırma görevlileri. Nedeni de şu. Üniversitelerde farklı istihdam biçimleri var, araştırma görevlileri için de öyle. 50/d dediğimiz yıllık yapılan bir sözleşme aslında, yani her yıl sözleşmenizin yenilenmesi demek. Bir de 50/d’ye göre görece daha güvenceli olan 33/a söz konusuydu. 33/a durumunda da bölümün o kişiyle ilgili düşüncesi, onunla çalışmak isteyip istememesi çok belirleyici oluyordu. Peki şimdi ne oldu? 50/d konusunda, yani yıllık sözleşme istihdam biçimine dair EĞİTİM-SEN çok ciddi bir mücadele verdi, davalar açtı, kazandı vesaire. Sonrasında yeni bir sistem getirdiler. Dediler ki “Yeni üniversiteler kuruyoruz. Buralara öğretim elemanları yetiştirmeliyiz.” Öğretim Elemanı Yetiştirme Programı (ÖYP) diye bir program açtılar ve burada yaklaşık 13 bin araştırma görevlisi istihdam edildi. Örneğin Muş’a bir üniversite açıldığında, orada yüksek lisans, doktora verecek hoca olmadığı için, bu kişiye dediler ki “Senin kadron Muş’ta olsun, sen git yüksek lisans, doktora öğrenimini ODTÜ’de yap. Sonra da orada geçen süre kadar da Muş’ta zorunlu hizmetin olsun.” Zorunlu hizmeti yapmazsa diye 400-500 bin lira karşılığı senetler imzalatıldı. Burada sorunlar devasa bir hale gelmeye başlamıştı. Bir kesim ÖYP öğretim görevlileri istifa etmek istiyordu. Şundan dolayı istifa etmek istiyorlardı, taşrada oğlunun sünnet düğünü davetiyesini dağıttırmak isteyen akademisyenler vardı ve ÖYP’li öğretim üyeleri de bu işi yapmak istemiyorlardı. Ancak istifa da edemiyorlardı, çünkü zorunlu hizmet yükümlülükleri vardı ve devlet hemen senetlerini devreye sokuyordu. Bir taraftan da yazdığı teze müdahaleler, akademik özgürlüğüne yapılan müdahaleler gibi durumlara maruz kaldıkça insanlar artık “biz üniversitede çalışamıyoruz, üzerimizde ciddi baskı var” diye çığlık atmaya başladılar. Diğer tarafta ODTÜ, Boğaziçi gibi büyük üniversiteler, 50/d’ye bağlı, yıllık sözleşmeyle araştırma görevlisi istihdam ediyordu. Burada karşımıza çıkan sorun, azami süre uygulamasıydı. “Şu kadar sürede yüksek lisansını, doktoranı bitireceksin. Bitiremediğin takdirde seni başarısız sayarım” deyip kişinin işine son veriyordu sistem. Bitirdiğinde ne oluyordu? Yine işine son veriyordu.
Peki buradaki başarı durumu, tarifi nasıldı? Ona da biraz bakmak lazım. Örneğin ODTÜ’deki bir araştırma görevlisi süresi içinde tezini yazamadığı için işten atıldı. 3 ay sonra o tezi bitirdi, ODTÜ’de yılın tezi ödülünü aldı. Akademi böyle bir yerdir, tek başına bir süre sınırı getiremezsiniz. Araştırma görevlileri zaten çok çeşitli ve çok sıkı denetimlerden geçmekteler. Mülakatlara girmekteler, tez izleme komitelerine girmekteler gerçekten o tezi yazıyor, işini iyi yapıyor mu, yoksa yan gelip yatıyor mu diye. Tüm bu denetim mekanizmalarının üzerine bir de süre sınırı uygulaması devlet üniversitelerindeki araştırma görevlileri üzerindeki baskının ciddi anlamda artmasına yol açtı. O dönem EĞİTİM-SEN açtığı pek çok davayı kazandı, araştırma görevlileri çok sayıda eylem yaptı. Allahın bir lütfu olarak görülen 15 Temmuz’dan sonra yine bir anda KHK’lar, düzenlemeler ile denildi ki “1 Ocak 2018 itibariyle bütün araştırma görevlilerini 50/d ile istihdam ediyoruz”, yani yıllık sözleşme. 23-24 yaşında üniversiteyi bitirdiğinizi düşünün. Sonra 6-7 sene emek veriyorsunuz, yüksek lisans, doktora yapıyorsunuz, saha çalışmaları yapıp tezinizi bitiriyorsunuz ve işten atılıyorsunuz. Bir insan 31-32 yaşına kadar sadece bu alanla ilgilendikten sonra nasıl bir iş bulabilir? Örneğin bir felsefeci ne iş bulabilir? Ne iş yapsın bu insanlar? Bir taraftan “Bizim nitelikli iş gücüne ihtiyacımız var” derken, diğer taraftan işten atıyorlar. Mantığın altında yatan bir iş gücü maliyeti olarak görülmesi. Tipik aslında, bir patron bir şirketi nasıl yönetirse, AKP de devleti ve dolayısıyla üniversiteleri bu şekilde yönetmek istiyor.
Nitekim, 15 Temmuz sonrası bir gecede çıkarılan bir KHK’nın bir maddesiyle 13 bin kişiye “Bütün ÖYP’li araştırma görevlileri 50/d’ye geçirildi” dendi. Düşünsenize, memursunuz. Bir gecede çıkan bir yasayla size “Artık memur değilsin, her sene sözleşme imzalayacak bir insansın” deniyor.
Peki böyle bir ortamda bilim üretilebilir mi? Her an işten atılma kaygısı, korkusu olan bir ortamda özgür düşünceye yer olabilir mi? Akademik özgürlüğe yer olabilir mi? İnsanlar düşüncelerini tartışıp özgürce kamuyla paylaşabilir mi? Mümkünatı yok.
Vakıf üniversitelerinde nasıldı peki? Aynı mantık, bu kez patronlar doğrudan yapıyorlardı. Araştırma görevlilerinin eline üniversitenin tanıtım broşürlerini veriyorlardı, “Al bunları, İzmir’de Alsancak’ta dağıt”. “Sen bu konuda tez yazamazsın, bu konuda araştırma yapamazsın” ya da “Aynı zamanda şu işi de yapacaksın. İdari işi de yapacaksın, kütüphanede memurluk da yapacaksın, araştırma görevliliği de yapacaksın, gidip ders de vereceksin, broşür de dağıtacaksın.” Yani diyordu ki aslında vakıf üniversitelerinin sahipleri, yöneticileri “Ben senin etinden, sütünden faydalanacağım”. Kapitalizmin yaratmış olduğu patron tipolojisinin arzuları ve şu an üniversiteler bu arzularla yönetiliyor. Sadece ekonomik açıdan değil, siyasal arzular da var; sadakat ve itaat. Bunlarla birleşen ekonomik arzu; olabildiğince düşük maliyetler, gerektiğinde işten atabilme. Haliyle güvencesizlik dediğimiz şöyle karşımıza çıkıyor; birincisi ücret güvencesizliği, yani iki gün sonra işinizden olmanız, işten atılma kaygınız, ikincisi politik güvencesizleştirme, yani sadakatle itaat etmiyorsanız, muhalifseniz yine kendinizi kapının önünde buluyorsunuz. Haliyle akademinin fidanlığı olarak tarif edilen araştırma görevlileri, o alana adım attıkları andan itibaren tırpanla tehdit edilmeye başlıyorlar.
GD: Peki hocam pandemi sonrasında ne gibi ihlaller söz konusu oldu? Ne gibi artışlar görüldü? Yeni ihlal alanları görüldü mü? Akademinin güvencesiz bir iş alanına dönüştüğünü hepimiz tecrübe ettik. Ben de genç akademisyenlerden biri olarak bu durumu yaşadım. 33/a kadrosunda görevlendirildim ama 50/d mağduriyetini yaşayan pek çok arkadaşım oldu. Söylediğiniz gibi 30-35 yaşına geldikten sonra yeni bir hayat biçimi, yeni bir meslek edinmek için artık çok geç kalmışken, güvencesiz ve işsiz bir halde ortada kalıyoruz. Dediğiniz gibi bu güvencesizlik altında nasıl bilim yapılır, insan kendini iş güvencesi olmadan nasıl entelektüel üretime verebilir. Bu, maalesef yöneticilerimizin göz önünde bulundurmadığı bir durum. Pandemi yaşanan bu sorunları ve ihlalleri daha da derinleştirdi. Siz ne tür ihlaller gözlemlediniz, ne tür desteklerde bulundunuz akademisyenlere, araştırma görevlilerine?
İA: Pandemi döneminde biliyorsunuz YÖK’ün aldığı bir kararla hemen bir hafta içerisinde uzaktan eğitime geçildi üniversitelerde. Birinci sorun aslında burada. Üniversite bileşenlerinin iradesini hiçe sayan bu sistemde hiçbir akademisyene, hiçbir bölüme, fakülteye uzaktan eğitim hakkında fikirleri sorulmadı. Üniversite yöneticilerine soruldu, haliyle yukarıdan gelen talimat ne ise onlar da ona uygun bir şekilde davrandılar. Neyle karşılaşıldı? Uygulama dersi, laboratuvar dersi olan hocalara “Uzaktan eğitim ver” dendi. Nasıl eğitim vereceğine dair herhangi bir cevap yok. İkincisi, üniversiteler altyapı sorunlarına rağmen öğrenciler ve öğretim üyelerini baş başa bıraktılar. Örneğin sınavlarda sistem çöktü, öğrenciler hocanın gözüne baktı, hocalar öğrencinin gözüne baktı, ne yapacaklarını bilemediler.
Bu çalışma biçiminin kendisi öncelikli olarak o kadar esnek bir zamanda, akşam sekiz, dokuz, ona kadar akademisyenlerin çalışmasını beraberinde getirdi ve ciddi hak ihlalleri yaşamalarına neden oldu. Aynı zamanda çok sayıda öğrenciyle sadece sürekli mailleşmek, telefon görüşmesi yapmak bile başlı başına bir mesaiydi. Burası yok sayıldı. Çünkü zaten YÖK de, üniversite yönetimleri de üniversite bileşenlerinin iradesini yok sayıyor ve “Ben böyle diyorum, oldu” tavrı sergiliyorlar. İkinci temel sorun şuydu, uzaktan eğitime geçildi ancak idari ve teknik personel üniversitelere gitmek zorunda kaldı. Servisler ortadan kaldırıldı, yemekhaneler kapatıldı ama bu insanlar, örneğin İstanbul’da günde 4-5 saatlik toplu taşıma seferleriyle işe gidip gelmek zorunda kaldılar. Bu hem toplum sağlığını, hem de o emekçilerin sağlığını tehdit eden bir hareketlilik. Üçüncüsü, atıflama sistemlerinde atama yapılması lazım, pandemi nedeniyle bekleniyor. Neden? Orada da bir maliyet hesabı devreye giriyor, “Daha sonra atarız ne olacak” deniyor. Bir başka sorun, daha çok vakıf üniversitelerinde karşımıza çıktı. “Müşteri bizim başımızın tacı, 7/24 öğrencilere hizmet vereceksiniz” diyen üniversite yönetimlerinin mobbingine maruz kaldılar. En ufak bir sorunda, üniversitenin çözmesi gereken bir sorunda öğretim elemanlarına bırakıldı bu sorumluluk ve onların çözmesi istendi. Yine üniversitenin reklamları, kayıt için başvuranlarla yapılacak online görüşmeler, bunların her biri araştırma görevlilerinin üstüne kaldı. Bütün bunlar da yetmiyormuş gibi, AKP bir yasa çıkardı, “iyi bir yasa”ydı, “Vakıf üniversitelerindeki öğretim elemanları devlet üniversitesindeki pozisyondan daha az ücret alamaz” diye, vakıf üniversiteleri bunu gerekçe göstererek insanları patır patır işten atmaya başladı. Bu işten atmalar şöylesi işten atmalar, bu insanlar pandemi döneminde bir sene ne yapacaklar belli değil. Oysa bu üniversiteler bir yıllık paralarını peşin alıyorlar öğrencilerden. Aynı şekilde okulu kapatan, “İflas ettim” diyen vakıf üniversiteleri oldu. Bir eğitim kurumu “İflas ettim” diyebilir mi? İşte AKP’nin yaratmış olduğu dönüşüm tam olarak burada karşımıza çıkıyor. Eğitimi öğrenciler açısından bir kamusal hak olarak tariflemeyip, bu hizmeti alınıp satılan bir metaya dönüştürdüğünüzde, niteliğini bu kadar aşağı çektiğinizde, orada da makbul olanı sürekli tarifleyip sınırlarını çizdiğinizde, herhangi bir muhalif bilgi paylaşılmayacak diye öğretim elemanlarının tepelerine çöreklendiğinizde ama aynı zamanda onlardan istediğiniz daha fazla işi yapmalarını sağlayacak bir istihdam biçimi yarattığınızda aslında ortada üniversite diye bir şey kalmıyor.
İş güvencesi olmadığı, düşünce ve ifade özgürlüğü ortadan kalktığı için bilimsel üretim yapılamıyor, araştırma yapılamıyor ve haliyle yüksek okullaşan üniversiteler karşımıza çıkıyor.
GD: İlker Bey zorunlu ücretli izne çıkarılma durumları oldu mu özellikle vakıf üniversitelerinde? Hiç buna denk geldiniz mi? Kısa çalışma ödeneğinden faydalanmaya yönlendirme gibi durumlar oldu mu?
İA: AKP pandemi döneminde işten çıkarma olmayacağının propagandasını çok yaptı ancak öyle olmadı, çok sayıda insan işten çıkarıldı. Bir asgari ücret tutarında bir cezası var, bu tutarı ödeyerek kurumlar insanları işten çıkardılar. Bazı yerlerde kısa süreli çalışma ödeneğine başvurulduğunu biliyorum. Bazı yerlerde hiç bunun yapılmadığını, doğrudan “Para yok, ödeyemeyiz” dendiğini de biliyoruz. Bunlar dışında özellikle kısa çalışma ödeneğine dair bir bilgim yok vakıf üniversiteleri konusunda, fakat şunu çok net biliyoruz, devlet üniversitelerinde bile normalde kısa çalışma ödeneğine başvurulması gereken kişiler için, özellikle sosyal tesis çalışanları için, başvuruların yapılmadığını biliyoruz. Bu kişilerin ciddi kayıpları oldu. Bir kısmı da işe gitmelerine rağmen bu tarz sorunlar yaşadı.
Akademisyenler için çok esnek bir zaman diliminde çok fazla emek harcadıkları bir alan yaratılmış oldu. İdari ve teknik personel için sağlıkları riske atılarak ciddi bir emek sömürüsü söz konusu oldu. Diğer taraftan tipik patron aklıyla işten çıkarmalar, ücretlerin düşürülmesi, ödemelerin yavaşlatılması, ek ödemelerin yapılmaması gibi çok farklı sorunlarla karşı karşıya kalındı.
GD: Evet, maalesef. Ben de vakıf üniversitelerinden şunu duydum, pandemi ikinci dönemin ortalarında başladı ve öğrenciler o dönem kayıtlarını yaptırmışlar, söylediğiniz gibi üniversite o dönem için gelirini zaten elde etmişti ama pandemiyle birlikte ilk yaptıkları maaşların azaltılması yönünde bir tutum sergilemek oldu, ki bunun bir gerekçesi yoktu. Yine söylediğiniz gibi sosyal tesis çalışanlarını bir ay çalıştırıp bir ay zorunlu ücretsiz izne çıkarıyorlar ve bunu kontrol edip emeği koruyan yasal ya da idari bir mekanizma da yok maalesef.
Peki toplumsal gelişmede, kalkınmada, modernleşmede üniversitelerin kilit bir rol oynadığını göz önünde bulundurduğunuzda, bütün bu dönüşümün ve üniversitelerin erozyona uğramasının toplumsal etkisi nasıl sizce? Ve önümüzdeki yıllarda biz bunun etkisini nasıl ve hangi boyutlarda göreceğiz?
İA: Aslında şimdi de görüyoruz. Nedenini şöyle açıklayayım. Üniversite toplum açısından hep bir meslek edindirme işleviyle tarif edilir. Halbuki üniversiteler doğa yararına, hayvanlar yararına, dolayısıyla insan yararına bilginin üretildiği ve özgürce paylaşıldığı kurumlar olmak zorundadırlar. Ancak bu niteliği bugün ciddi anlamda zedelenmiştir. Her gün yeni skandallarla karşılaşıyoruz. Bu itaat rejimi içinde, özgürlüklerin hakların yok sayıldığı bir rejim içinde nasıl bireyler yetişir? Eğitim aslında toplum mühendisliği açısından çok işlevli bir alandır, üniversiteler de böyle. Toplumu neden ilgilendiriyor üniversitelerde olan biten şeyler? Ben açıkçası buranın çok daha kritik olduğunu düşünüyorum. Bakın, hatırlayın “Alo Fatih” diye bir skandalla karşılaşmıştık. Bir basın-yayın kuruluşuna gelen bir talimatı bu ifadelerle görmüştük. Eğer İletişim fakültelerinde, bu kadar akademik özgürlüğün, demokrasinin yok sayıldığı bir ortamda “Alo Fatih”i emir addeden gazeteciler yetişir, değil mi? Başka bir gazeteci yetişmesi mümkün mü? Bunun mücadelesini veren çok az insan kaldı üniversitelerde ne yazık ki. Veyahut hukuksuz kararların altına imzasını gönül rahatlığıyla atan hakimler yetişir bu üniversitelerden, ya da bir saat içinde on tane göz ameliyatı yapıp sekizini kör eden hekimler yetişir. Çünkü bütün sistem şunu söylüyor, “Sorgulama, senden isteneni istendiği kadarıyla, fazlasını da yapmadan yerine getir. Senin işin bu”. Üniversitelerde de bu öğretilmeye çalışılıyor ne yazık ki. Buna direnenler var mı? Var. Tam da bu noktada mesele karşımıza çıkıyor. Onun için Tayyip Erdoğan çıkıp “Biz hala istediğimizi alamadık eğitim alanında, kültürel alanda” diyor. Çünkü bir taraftan bütün bunlar bir güç birliği içinde yapılmak istenirken, diğer taraftan mesleğini hakkıyla yerine getirmek isteyen akademisyenlerin dokunduğu öğrenciler hala var. Öğrencilerin ufuklarını açan, kurduğu cümlelerle farklı düşünmelerini sağlayan akademisyenler hala var. Çünkü bu diyalektik, hayatın temel kurallarından bir tanesi. Biri varken bir diğeri de kendi filizleneceği zeminini buluyor. Nitekim bugün böyle öğrenciler, akademisyenler ve idari-teknik personeller üniversitelerde var ve bu bizim umutlu olmamızı sağlıyor. Ama sistemin yapısının kendisini bu şekliyle Türkiye’ye taşıtmak, bu ülkeye ve bu topluma yapılabilecek en büyük haksızlıklardan birisi.
GD: Hem niteliksel gelişmenin erozyona uğradığını görüyoruz, hem bilimsel ve eleştirel düşünceye yer verilmediğini görüyoruz. Bu da özellikle teknoloji ve bilim çağında bizi diğer ülkelerin çok gerisinde bırakacak bir durum, kalkıma, gelişme açısından. Sadece iktisadi değil, sosyal, bilimsel, bireysel, psikolojik, siyasal açıları da içerecek biçimde dünyaya ayak uyduramayacağımız anlamına geliyor.
Durumu çok güzel özetlediniz. Maalesef çok karamsar bir tabloyla karşı karşıyayız. Özellikle üniversitelerin toplumsal kalkınmada oynadığı kilit rolü ve bu tür hak ihlallerinin bilimsel düşünceye, gelişmeye, üretime ne kadar zarar verdiğini düşündüğümüzde. Çünkü insanların bir iş güvencesi kaygısıyla çalışmak zorunda olduklarını görüyoruz. Çok teşekkürler İlker Bey, bizimle deneyimlerinizi paylaştınız, vakit ayırdınız.
İA: Ben teşekkür ederim.
GD: Umarım izleyenlerimiz de keyif alırlar bu sohbetimizden. Keyif alınacak bir tarafı pek yok, oldukça karamsar bir tablo var karşımızda. Belki bunun üzerine biraz düşünme fırsatı yakalarlar. Biz de onların sıkıntılarına duyarsız kalmayıp, onların yanında olduğumuzu bir şekilde iletmek istedik bu sohbet sayesinde. Herkese iyi akşamlar.